“Bize ister çocuk deyin, ister yeniyetme, ancak bilin ki çıkış noktamız budur: ‘Feryat ediyoruz!’ diyebilmek.”
Max Horkheimer(1)
“Kuşağım, acılı kuşağım…/Kuşağım, deyince bir çiçek/ Yoluyor, yoluyor yapraklarını.”
Ahmet Erhan(2)
Yetmişler ve seksenlerin ilk yarısı, ellilerin sonunda altmışların başında doğmuş olanlar için büyük ölçüde çocukluk ve ilk gençlik arasında gidip geldikleri bir zaman sayılır. Şiirle hem okur hem de yazma noktasında kurulan ilişki de bu ikisinin arasında gerçeklik kazanır. Yaşadıkları dünya ölüm, öldürme, katliam ve pogromlarla karşılık bulan faşizan eğilim ve şiddete rağmen başka bir açıdan bakıldığında teknoloji bugün gibi gelişmiş, etkili ve belirleyici olmadığı gibi daha asıl iktidar/otorite haline gelmediği için fazlasıyla insani ve ilkel bulunabilecek bir düzeyde ilerleme gösterir.
İlerleme bir uçtan sol gençlik hareketlerini de içerir. Şairlerin büyük çoğunluğu sol gençlik örgütlerine, dergilere, gazetelere sempatizan olarak çoktan dahil olmuş, devrim ve imgesi yazıp söylediklerini, yapıp ettiklerini belirler hale gelmiştir. Bu bağlamda yazılan şiirin eylemi söyleyen, ütopik ya da değil gelecek beklentisini öne çıkaran, bağlı olarak şiir yazanı baştan eyleme dahil eden bir düzeyde gerçeklik kazanması mümkündür ve öyle olmuştur.
Yetmişlerde Anadolu’nun, başka bir deyişle periferinin merkez karşısında oldukça baskın ve belirleyici olduğu slogan atmayı seven, şiiri nerdeyse marş olarak anlayan bu temeldeki vurguları öne çıkaran büyük ölçüde politik şiir içinde yer alan Özgen Seçkin, Adnan Yücel, Ahmet Ada, Ahmet Telli, Ozan Telli, Veysel Çolak, Yaşar Miraç, Seyyit Nezir gibi şairlerin yazdıkları şiire bakıldığında öne çıkan dönemin özgül koşullarına da bağlı olarak ihtiyatla olumlanabilecek şiirsel bir şiddeti koruma konusunda gösterdikleri özendir.
Bu dediğimiz şiir/ler süreç içinde seksenlerin ikinci yarısında ve doksanlarda “Özgün Müzik”le kendini daha fazla ifade etme ve yaygınlaştırma imkanını bulacaktır. Böylelikle seksenlerde bir yanda İkinci Yeni ve seksen şiiri gündeme gelirken, yetmişli şairler merkezin dışında (Ankara, Adana, İzmir, Kayseri…) hem daha önce yazdıklarını kitaplaştırmış hem de şiir yazmayı sürdürmüştür.
POLİTİK ŞİİRİN TEMEL ÖZELLİĞİ
Yetmişlerde, hatta seksenlerde yazılan bu sözel şiddeti içeren politik şiirin temel özelliği bireyi büyük ölçüde dışlayarak, en azından geride tutarak ürettiği “biz” söylemidir. Bu tür söylemi tekten örnekler dışında çoğu şair mücadele içinde olmanın da kışkırtmasıyla bile isteye tercih etmiştir. Çünkü yaşanan biz’in fazlasıyla etkili ve belirleyici olduğu bir zamandır. Ama bu biz’in şiirde bir sahicilik oluşturup oluşturmadığı ve ne kadar hayati olduğu tartışmalıdır. Bunun dünyada özellikle memleket yüzeyinde yaşananlara rağmen solun ve sol hareketlerin yükselen, kitleselleşen bir hareket ve değer olması kadar dönemin yaşama biçimiyle yakından ilgisi vardır. Aynı süreç tekrarla ölümün, öldürmelerin, katliamların, pogromların neredeyse sıradan olaylar haline geldiği bir zamandır ve ölenlerin başında arkadaşlar gelmektedir.
Herkes uzun süreceği baştan belli bir yangını öfkeli bir terin yaktığı bir yarayla yaşamaktadır ve “Acıyla Akran”dır ama bugün ve özellikle gelecek için fazlasıyla da umutludur.(3) Dizeler, sözcükler çoğunlukla mitinglerde en başta yürüyen, toprak işgallerinde en önde olan, pankart taşıyan ve grevde gözcü olan sempatizan şairin zihninden “mermi”, keskin bir “bıçak” olarak çıkmakta ve şiire girmekte, o hızla dünyaya fırlatılmakta hatta saplanmaktadır.
Yukarıda belirtilenlerden hareketle yetmişli şairlerin büyük çoğunluğunun dönemi yansıtan şiirlerini yetmişlerin ikinci yarısında ve seksenlerin başında bir yandan gençlik örgütleri içinde sempatizan olarak ya da işçi sendikalarında hatta partilerde mücadele ederken ve 12 Eylül sonrasında hem dışarıda hem de hapishanede yazmayı sürdürdükleri de burada belirtilmelidir. Bununsa örgütlenmeler içinde yer alan ölen ve öldürülenleri, içeridekileri ve daha başkalarını tekrarla doğrudan arkadaş ve biz kategorisinde değerlendirmeyi ve öyle ele almayı kolaylaştırdığını yazabiliriz.
Yaşanmakta olan başta da belirttiğimiz gibi tam da arkadaşlık, dayanışma, paylaşma ve yardımlaşmanın belirleyici olduğu günlerdir ama bu ölüm ve öldürmeler karşısında şair/ler bu durumu insan bireyliğini büyük ölçüde dışta tutan ve yine daha çok eylemi söyleyen bir “biz” söylemi içinde ifade etmiş, yazıp söylemiştir.(4) Bu ifade etme de çoğunlukla sloganik ve marş edasında, yüksek sesle hatta bağırarak olmuştur.
Şairlerin tepkisi bireysel yanını geride tutan bir toplumsallığa ve onun ürettiği “biz” söylemine ve ikisinin ürettiği bir umuda sahiptir. Bu öyle bir hale gelmiştir ki aşk bile aynı toplumsallıkla açıklanır ve ifade edilir olmuştur. Bireysel aşk ve ilişkisi uzak bir geleceğe bırakılmış, içgüdüler ya bastırılmış ya da şiir içinde belirsizleştirilmiştir.
Bu tür bir ifade ediş biçiminin aynı yıllarda ölüm/öldürme karşısında yaşanan acı ve keder kadar ikisinin insanda ürettiği sorunlu bulunabilecek ya da basbayağı sorun olan nerdeyse çocukluğu ile birlikte yaşamaya başladığı hatta içine çekildiği psikolojiyi ve neredeyse patolojik bulunabilecek ruh durumunu ikisinin şiir yazanda oluşturduğu iç dünyayı ise pek dert ettiği söylenemez.
Kuşkusuz önceki kuşaklardan Ahmet Oktay ve aynı dönemden Arkadaş Zekai Özger, Metin Altıok gibi şairlerin şiirlerinde bu hale dönük bir takım ipuçları bulunsa da altmışların ikinci yarısında ve yetmişlerde şiire başlayanların büyük çoğunluğu tekten şiir örnekleri dışında yazdıklarıyla bunun dışında kalmış bireyliği dışlayan son derece politik bir toplumsallığı tercih etmişler, onun şiirini yazmışlardır.
AHMET ERHAN VE ‘ALACAKARANLIKTAKİ ÜLKE’
Yaşça en küçükleri olsa da hatta bu yüzden seksenli şairler içinde sayılsa da Ahmet Erhan’ı (8 Şubat 1958, Ankara- 4 Ağustos 2013, Okmeydanı/İstanbul) özellikle ‘Alacakaranlıktaki Ülke’yi oluşturan şiirlerden başlayarak ölümüne kadar yazdıklarıyla bu dediğimizin dışında tutmak gerekir.(5)
‘Alacakaranlıktaki Ülke’, 1981 yılında yayımlanmıştır ve şair daha yirmi üç yaşındadır. 1993 yılında yayımlanan ‘Öteki Şiirler’e (1976-1991) baktığımızda şairin şiir serüveninin 1976 yılına kadar gittiğini ve şairin on beş yaşından sonra şiir yazmaya başladığını, on sekizinde yazdığı şiirleri yayımlamaya ve kitaplaştırmaya değer bulduğunu anlayabiliyoruz. Bu noktada ‘Alacakaranlıktaki Ülke’de yer alan şiirlerin yetmişlerin ikinci yarısında, hatta sonunda ve en fazla 1980 yılında on sekiz- yirmi yaşlarında yazıldığı söylenebilir. Bu tarih dilimi hem 12 Eylül öncesini ve sonrasını birlikte ele alma, değerlendirme imkanını da şaire baştan vermiştir.
İkinci Yeni şairlerinde, (Özellikle Edip Cansever, Ece Ayhan, İlhan Berk, Cemal Süreya ve Turgut Uyar’ın şiirlerinde bu görülür.) Ahmet Oktay’da, Arkadaş Zekai Özger’de, Metin Altıok’ta, Behçet Aysan’da ve birkaç şairde daha yazılan şiirin bireylikle açıklanabilecek birtakım özellikleri bünyesinde bulundurduğu ve kişisel olana girmekte pek tereddüt etmeyen bir çizginin üstünde durdukları söylenebilir ama bu Ahmet Erhan’da ve belki Metin Altıok’ta olduğu kadar bireyliği de geçip kişiselleşmemiş, kişisel bir şey haline gelmemiştir.
Bunda teoriden çok reel solun bireylikler, bireyliklerle kurduğu oldukça olumsuz, hatta otoriter ve neredeyse reddetme temelli ilişkinin ve kısıtlı Marksist literatürün baskısının muhakkak büyük bir payı ve etkisi vardır. O dönemde söz konusu baskıdan dolayı eksik bırakılan da Metin Altıok’un “bireysellik bilinci” dediği şeydir.
Reddedici tavır, aynı birey insanın kalabalıklar içinde yaşadığı gündelik hayat kadar yazdığı şiirden dolayı dışlanması ve hem toplumla hem de hali hazırdaki etrafıyla ve kurumlarla sürekli çatışma içinde olması için yeterlidir. Ahmet Erhan’ın da ilk evliliğini sürdüremediği, hiçbir zaman düzenli ve kalıcı bir işinin olmadığı ya da bir işte uzun bir süre çalışamadığı, çalışmadığı hayatı, kendi hayatı başta olmak üzere sabote ve ihlal etmeyi sevdiği ve fırsatını bulduğunda hem şiirde hem de gündelik hayatta saldırganlaştığı bunun için ironiye sıkça başvurduğu düşünülürse benzer bir çatışmayı hayatı boyunca yaşadığı ve bunu şiirine yansıttığı da yazdıklarında zaten görülecektir.
Şiirse her zaman olduğu gibi yalnızlığın son sığınağı, kendini ifade ettiği alandır ve asıl çatışma şiirde yaşanmaktadır. Bunun yazmayı bir zaman sonra yaşama biçimi olarak almakla da yakından ilgisi vardır. Yalnızlıksa yalnızca ölüme ve ölüm düşüncesine yakındır, ikisinin yakın akrabasıdır.
‘HAYAT VE ÖLÜM’ ARASINDA ŞİİR
Ahmet Erhan’ın “hayat ve ölüm” arasında gidip gelen hayatı ve şiiri bu noktada ikilem midir değil midir tartışılır ama şairin son tahlilde acıyla ve çaresizce de olsa yaşamaktan yana tavır koyduğu da unutulmamalıdır. Kendisi de dünya karşısında durduğu yeri de bir şiirinde “Ölümle hayat arasında bir yer varsa ben oradayım” diye belirtmiştir.(6)
Tekrar yetmişlere dönersek… O yılları arkadaşlık günleri olarak kabul etsek de bu bildik anlamda ve olgu olarak şiir özelinde fazla bir kapsayıcılığa ne yazık ki sahip değildir ve ‘biz’in içinde ne varsa, içine ne girmişse onunla sınırlı kalmıştır. Gündelik hayatta, örgütlenmeler ve orda süren mücadele içinde yaşanan hayat ikisinin baskınlığının da bir sonucu olarak şiirde bunu karşılamayan, ifade etmekte ve belirtmekte zorlanan bir “biz”le ortaya çıkmış, insan duygusu olarak açıklanabilecek çoğu izlek “biz”in içinde bireysel yanını büyük ölçüde kaybetmiştir.
Bu ‘biz’den dolayı da hem gündelik hayatta hem de şiirde “kendimiz üzerine düşünebileceğimiz bir çerçeve” oluşturmak ve bu temelde bir şiir yazmak dönemin özgül koşullarına politik, ideolojik ve hatta otoriter bulunabilecek biçimlenmesine bağlı olarak pek mümkün olmamış ancak bunun dışında kalanlar/kalabilenler bireyi önceleyen şiirler yazabilmiştir.(7) Bu yüzden John Holloway’ın “Kendimizden başlayalım, kendimizden ve zenginliğimizden yola çıkalım.” dediği şey tekten şairlerin şiirleri dışında gerçeklik kazanmakta ya zorluk çekmiş ya da hiç olmamıştır.(8)
‘BİZ’İN SORUNLULUĞU
“Biz” inşa edildiği asıl alan olan pratik içinde yani hayatta önemli ölçüde karşılık bulmuşsa da biraz da Ortodoks ya da yetersiz/eksik bulunabilecek sol düşüncenin ve onun belirlediği politik süreçlerin ve otoriter bulunması mümkün örgütlenmelerin etkisiyle şiirde benzer bir karşılığı pek bulamamıştır.(9) Bunun karşısında Ahmet Erhan’ın kendine ve dünyaya dönük aşırılığı ilk kitabının yayımlanmasıyla birlikte şiir dünyası için çoktan bir sorun haline gelmiştir. Ahmet Erhan’ın şiirinin ürettiği sahici ve içten ‘biz’i John Holloway’in dediği gibi üçüncü kişiyi ortadan kaldırmasından dolayı dönemin oluşturduğu karşısında fazlasıyla sorunlu bulunmuş ve ihtiyatla yaklaşılan bir olgu olmuştur.(10)
‘Biz’in sorunluluğu karşısında Ahmet Oktay’ın “insan etrafıdır” dediği şey de bu anlamda fazlasıyla kapsayıcı ve genişletilmeye eğilimli ve açıktır. Yetmişlerde bu dediğimiz daha çok değinme düzeyinde şiirde karşılık bulmuştur. Kimi şairler aşk gibi izlekler karşısında ancak bireyselleşmek/kişiselleşmek zorunda kalmıştır.
Etraf, insanlar, insan olmayan hareketli hareketsiz canlılar, mekan ve nesnelerden, onların bireyde biriktirdiklerinden, yol açtıklarından ve daha da önemlisi birlikte yaşamadan oluşur. Bu noktada örgütlenmeler içinde kurulan arkadaşlık ve dostluk ilişkisi de hangi düzeyde yaşanmış olursa olsun bu etraf içinde değerlendirilebilir. Bu etrafı en kapsamlı ve genişletilmiş haliyle Ahmet Erhan’ın şiirinin genelinde görürüz.
Kuşkusuz Ahmet Erhan hayatıyla ve düşünüp duyduklarıyla, hayat ve ölümün onda ve şiirinde yol açtıklarıyla verili şair tanımlamasının oldukça dışında, hatta karşısındadır. Bu ikisi Ahmet Erhan’ı bildik anlamını aşan ya da zorlayan bir muhalifliğe ve karşılığa götürmüştür. Bunun temel nedeni dünyanın hali karşısında duyduğu acıdır ve bunun karşısındaki çaresizliği kadar o acının oluşturduğu aşırılaşabilen tepkisidir. Onun ve şiirinin yalnız bırakılmasının temel nedeninin arka planında da bu aşırılaşmaya duyulan ve anlanması zor olan tepki vardır.
ACININ BİLİNCİ
Devam edelim… Ahmet Erhan bir şiirinde acıyla kurduğu kalıcı ilişkiye bağlı olarak “acının bilinci”nden söz eder. Benzer bir dizeyi ondan çok önce Edip Cansever Ahmet Ağbi (Kayserili Ahmet Gayretli) için yazmıştır.(11) “Acısı bilincidir”. Acı, dünya karşısında duymamız gereken en insani duygu olduğu kadar Adorno’nun da belirtiği gibi paylaşabileceğimiz en önemli duygu ve olgu olduğu kadar düşüncedir.
David Le Breton’un belirttiği gibi acı karşısında herkesin duyarlık eşikleri aynı düzeyde değildir. Bu yüzden de “acıya karşı tavır sabit değildir.”(12) Acı “mahrem bir duygudur ama aynı zamanda sosyal, kültürel bir olgudur.”(13) Acı konusunda önemli olan acıyla kurulan mahrem ilişkinin bireyi etkilediği anda büründüğü anlamlara bağlıdır, onlarla ilgilidir.(14) İnsan ya da burada şair acı/lar üstünden ya da onlardan etkiler alarak kendi acısını oluşturur ya da bir başkasının acısını kendi acısına dâhil edip acısı ve bilinci haline getirir. Ahmet Oktay’ın sözünü ettiği bellek ve bilinç arasındaki ilişki de böylelikle acı temelinde kurulmuş ve oluşturulmuş olur.
Ahmet Erhan da hem yaşıyor olmanın, hem de başkalarının trajik hayatının tanığı olmasının yoğun baskısıyla acıyla kurduğu ilişkiyi bir bilinç haline getirerek hem hayatında hem de şiirinde kalıcı bir izlek ve düşünce haline getirmiştir. Bu noktada “Acının son şairiyim ben” demesinin de altı muhakkak çizilmelidir. (15) Bu yüzden şiirlerinde “uluyan, durmaksızın uluyan acı!” hep olmuştur.(16)
Ahmet Erhan’ın bu aşırılaşmaya biraz da kendini ve dünyayı ihlal etmek için “bireyliği çoğaltma araçları”nı dahil etmesi kendine ve şiirine karşı algı bozucular üstünden bir karşılık üretme ve dayanma gücü verme arzusu ve deneyimi onu ve yazdıklarını reddetme, görmezden gelme ve hatta yok saymak için yeterli olmuştur. Buysa Ahmet Erhan’ın devrimci sarhoşluğunun bir sorun olarak öne çıkarılmasına da neden olmuştur.(17) Oysa dünyayı kişisel olarak önce anlamanın sonra da öfkeyle ona direnmenin hiç olmazsa itiraz etmenin yollarından biri düzenli algıyı bozup düzensiz hale getirmektedir. Düzensizlikse düzen karşısında her zaman bir karşılık ve reddediş/itiraz üretir ama bu halde olanı da kesinlikle ötekileştirir.
Bu noktada Edip Cansever’in Ahmet Erhan’a “Evlat ne çok bahsetmişsin, daha gençsin oysa kimden öğrendin ölümü?” demesi buna dönük tepkiden çok onu anlamaya çalışmanın yaşattığı şaşkınlıkla ilgilidir.(18) Ahmet Erhan’ın bu soruya vereceği/verdiği yanıt ise hem kendi kuşağının ve önceki kuşakların yaşadığı ölüm ve öldürmeyle sonuçlanan trajediden ve bunun yaşattığı travmalardan hatta bu ikisini de geçen psikolojik etkilerden ve insanda bıraktığı kalıcı acıdan başka bir şey olmayacak ve bunu da kişisel alacakaranlığı olarak kabul edecektir.(19) Ahmet Erhan bir şiirinde bu durumunu da “Benim gördüğüm şeyleri kimse görmüyor” dizesiyle ortaya koyacak ve bu dediğine “Bir kuşağın bütün yükünü/ Sırtımda taşıdım yıllar yılı ben” dizesini de ekleyip geçecektir(20).
KİMSELERİN DUYMADIĞI BİR ÇIĞLIK
Yaşanan ya da tanığı olunan trajedinin anlatılmak, ifade edilmek isteneni can havliyle ve çaresizce bir çığlığa, feryat etmeye travmatik bir biçimde dönüştürmesi kaçınılmazdır. Ahmet Erhan’ın bu tavrı John Holloway’in “Önce çığlık vardı. Feryat ediyoruz” demesiyle fazlasıyla uyumlu hatta onu da aşan bir şeydir.(21) Ahmet Erhan ilk şiirinden son yazdığı şiire kadar kimselerin duymadığı yalnızca kendisinin duyduğu tek bir çığlık atmıştır.
Dünya karşısında iki şey her zaman önemli ve dikkate değer bir tepki ve itirazdır. Bunlardan biri susmaksa ötekisi de çığlık atmaktır ama çığlık atmak susmaktan daha etkili ve harekete geçiricidir. Bağırmayı birileri duyuncaya ve ses verinceye kadar hayatın içinden çıkma ve ona kafa tutma eylemi haline getirmektir. Ahmet Erhan’ın ses vereceksiniz şimdi verin tabutlar ses geçirmez demesi ve en sonunda sesine ses alamayınca kendini şehirde yaşayan bir yılkı atı olarak tanımlaması da bundandır. (22) Ahmet Erhan başka bir şiirinde de bunu öngörmüş gibi “Acım, beni bir gün, beni bir gün boğabilir/Kalırsa bir çığlık benden kardeşler/Koruyun, saklayın onu ne olur” diye yazdıktan sonra gerisini şöyle tamamlamıştır:(23) “Çığlık çığlığa giderim. Ama bir başıma, ama yankısız…”(24)
Devam edelim… Ahmet Erhan’ın şiiri dönemle ve dönemin soluyla kurduğu ilişkinin bir sonucu olarak baştan beri anti-emperyalist özellikler gösterir. Buysa yazdığı şiirin yer yer ulusçu özellikler içermesinin ve yurt sevgisi vurgusunun da temel nedenidir. Hatta bu onu en sonunda sloganlaştırmış “Türkiye, Ayağa kalk!” bile demiştir.(25)
Aslında bireyin acısı aynı zamanda biz’in acısıdır. Her şey biz’in içindedir ya da orda yaşanmaktadır. Biz’se Ahmet Erhan şiirinde şairin kendi kadar ulusçuluğu da yanına alarak memleket insanını temsil eder. Bir bakıma Ahmet Erhan yazdıklarında memleketi ya da yurdu, ülkeyi de etrafı haline getirmiş ulusçuluğa dönük ilgisini kat be kat aşan kişisel ama en geniş anlamıyla bir memleket ilgisinin şairi olmuştur.
Ahmet Erhan kısa hayatını Ankara, Adana, Mersin, İstanbul ve ilçelerinde (Beyoğlu, Silivri, Beylikdüzü…) yaşadığından bu onda Richard Sennett’in belirttiği türden memleketi seyyar bir şey haline getirmiş midir bu konuda kesin bir şey söylemek ya da öyle olduğunu iddia etmek zor olabilir. Ne var ki hem mekan hem de yaşanan ve deneyimlenen yer olarak söz konusu şehirlerin, kasabaların, yabanın yazdıklarındaki izleksel ve hayati yoğunluğu ihtiyatla da olsa bu tür bir değerlendirmeye imkân verebilecek düzeydedir.
Bu noktada kimi izleklerin şiirindeki baskısına ve başatlığına rağmen Ahmet Erhan’ın yazdığı şiirin (Ki, o her zaman tek bir şiir yazdığını bilinç olarak alanların ve bunu ısrarla belirtenlerin başında gelir.) memleketçi özellikler gösterdiği söylenebilir. Bu memleketçilik yalnızca yaşanan bir mekan olarak şehirle sınırlı olmayıp onun kadar insan ve insan olmayan canlıların ve ikisinin ortak hayatını kapsayacak özellikler gösterir.
‘KARANLIK, ALABİLDİĞİNE KARANLIK…’
Bu dediğimiz ulusçu ilgiyi de unutmadan onda daha çok insan ve yaban/doğa temelli bir yurt sevgisine hatta tutkusuna dönüşmekte zorluk çekmemiştir. Bu durum son dönem yazdıklarında daha fazla öne çıkan bugün vurgusuna rağmen bir geçmiş ilgisini de bünyesinde bulundurmuştur. Ama bunda da gözetilen başta da belirttiğimiz geniş mi geniş etraftır. Bu onda özellikle Mersin ve Adana’da geçen gençlik yıllarının bir sonucu olarak alınabilecek bir Akdenizlilik de üretmiştir. Bu da kendi demesiyle Akdeniz’in bilincine varmakla başlamıştır.(26)İşin içinde Adana da varsa da Akdenizliliğin arkaplanında asıl bir dönem ailecek yaşadıkları Mersin vardır. Akdenizliliğin anlamını ise şairin kendisi ifade etmiştir: “Akdeniz’de ben kendi geçmişim ve geleceğimle birlikte, bütün insanlığın geçmişini ve geleceğini buldum.”, “Akdeniz’e bakıyorum/Kendime bakar gibi/Mavi bir aynadaki gençliğime”(27) Bu Akdeniz ilgisi daha sonra yaşamakta olduğu Ankara, İstanbul (Beyoğlu Silivri ve Beylikdüzü) gibi şehirlere yönelmiştir. Ne var ki başka şehirlerde yaşanan ya da yaşanmak zorunda kalınan hayat Akdenizliliği en sonunda şiirde işlenen bir konu olarak bırakmasına neden olmuştur bu da başka bir bahsin konusudur.
Ahmet Erhan’ın şehir ve kasabalara dönük ilgisine rağmen asıl vurgusu ise tekrarla ülkeyedir ve ülke alacakaranlıkta ve yaralıdır.(28) Şairin alacakaranlık dediği ise iyice karanlıktır. Umut olsun diye alacakaranlık vurgusunu yapmıştır. “Karanlık, alabildiğine karanlık/ kentimin üstünde, ülkemin üstünde…/Tutacak bir dalımız kalmadı mı artık?”(29)
Buraya kadar belirtilenlerin ışığında Ahmet Erhan’ın ve yazdığı şiirin baştan beri önce kişisel sonra toplumsal düzeylerde yurdu, şehirleri, yabanı, hayatı, ölümü ve bunların, daha başka olgu ve düşüncelerin şairde ortaya çıkardığı ve yaşattığı acının/travmanın hem kişisel hem de toplumsal sonuçlarını sorun ettiğini söyleyebiliriz. Bu bağlamda şairin hem kendinin hem de kendi acısıymış gibi başkalarının acısını yaşadığını ve yazdığını, bu ikisini her iki düzlemde de karşılığını bulamamış, yankısı olmamış bir çığlığa, bir feryat etmeye can havliyle dönüştürdüğünü yazabiliriz. Bununsa onda Byung-Chul Han’ın belirttiği türden bir acıya kulak verme yeteneğini kazandırdığı kesinlikle iddia edilebilir.(30) Bu yetenek de kesinlikle “bireysellik bilinci”nin sonucudur deyip bitirelim.
1. Aktaran: John Holloway, İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek, çeviri: Pelin Sıral, İletişim, İstanbul 3. Baskı, 2011, s.15
2. Kuşağım, Acılı Kuşağım (1980), Alacakaranlıktaki Ülke, Kuş Kanadı Kalem Olsa, Can, 3.Baskı 1984, İstanbul, s.53
3. Yangın Yılları, Ahmet Telli, Aşama, 1979,Ankara
“Terin yaktığı bir yaradan başlanılacak anlatılmaya”, Bekleyiş İçinde, Terin Yaktığı Bir Yaradan, Veysel Çolak, Cem, 1978, İstanbul, s.72
Acıyla Akran, Ahmet Ada, Dayanışma, 1983, İstanbul
4. “Eylemi söyleyen şiiri yazacağım”, Veysel Çolak, Günlerin Yağmurunda, Türkiye Yazıları, Mayıs 1980,Ankara, s.28
5. Yeni Türkü Şiir Yayınları, 1981, Ankara
6. Uzun Bir Şirin Son Dizeleri, Alacakaranlıktaki Ülke, Kuş Kanadı Kalem Olsa, s.66
7. Kapitalizmin İçinde, Kapitalizme Karşı ve Kapitalizmin Ötesinde, San Francisko Dersleri, John Holloway, çeviri: Utku Özmakas, İletişim, 2017, s.25
8. John Holloway, Agy, s.30
9. “’Biz’in pratik içinde inşa edilmesi gereken bir şey olduğunu düşünüyorum.” John Holloway, Agy. ,s.39
10. John Holloway, Agy, s.107
11 Mendilimde Kan Sesleri, Sonrası Kalır, Cem, 1974, İstanbul
12. Acının Antropolojisi, çeviri: İsmail Yerguz, Sel, 3. Baskı, Nisan 2015, İstanbul, s.9
13. David Le Breton, Agy, s.9
14. David Le Breton, Agy, s.9
15. Acının Son Şairi, Ölüm Nedeni Bilinmiyor (1988), burada gömülüdür 1.Cilt (bütün Şiirleri), kırmızıkedi, 2014, İstanbul, s.452
16. Ufuk Çizgilerinin, Ateşi Çalmayı Deneyenler İçin (1984), Kuş Kanadı Kalem Olsa, s.244
17. Ahmet Erhan’ın Devrimci Sarhoşluğu, Hayat ve Ölüm, Halim Şafak, KülSanat, 2006, Ankara
18. Aktaran: Adnan Özer, Ahmet Erhan’ı Sunarken, burada gömülüdür, cilt I, Bütün Şiirleri, kırmızıkedi,2014, s.7
19.“Kişisel alacakaranlığın/Cephelerindeyim”, Sonun Sonsuzluğu, Ateşi Çalmayı Deneyenler İçin, Kuş Kanadı Kalem Olsa, s.227
20. Uzun Bir Şiirin Son Dizeleri, Alacakaranlıktaki Ülke, Kuş Kanadı Kalem Olsa, s.69 Sunu(1981), Yaşamın Ufuk Çizgisi (1982), Kuş Kanadı Kalem Olsa, s.91
21. İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek, s.11
22. Şehirde Yılkı Atı, Everest, Ekim 2005, İstanbul
23. Kalıt (1982), Zeytin Ağacı (1984), Kuş Kanadı Kalem Olsa, .325
24. Ufuk Çizgilerinin, Ateşi Çalmayı Deneyenler İçin, Kuş Kanadı Kalem Olsa, s.244
25. Resimli “Ahmetler” Tarihi, Bilgi, Şubat 2001, Ankara
26. “Ve her şey Akdeniz’in bilincine varmakla başladı.” Milattan Önceki Şiirler, Kuş Kanadı Kalem Olsa, s.85
27. Milattan Önceki Şiirler, Alacakaranlıktaki Ülke, Kuş Kanadı Kalem Olsa, s.85
Sonun Sonsuzluğu, Ateşi Çalmayı Deneyenler İçin, Kuş Kanadı Kalem Olsa, s.219
28. “Bir bir indi bütün yolcular/ Sonunda ben de. Gizlemeye çalışarak yüzümü./O zaman ayırdılar beni bir kenara./Ellerimi yukarı kaldırttılar/Kavuşturdum yukarda kollarımı;/Kaçırmamaya çalışır gibi bir kuşu,/Ya da düşürmemeye bir gülü…/…/Yaralı ülkemin özgürlüğünü…” Alacakaranlıktaki Ülke, Kuş Kanadı Kalem Olsa, s.21
29. Alacakaranlıktaki Ülke, Kuş Kanadı Kalem Olsa, s.22
30. Ötekini Kovmak, çeviri: Mustafa Özdemir, ketebe, Mayıs 2023, İstanbul, s.85